13 Ocak 2011 Perşembe

MACHETE

Rodriguez ve Tarantino'nun beraber yaptığı Grindhouse projesinde fragmanı vardı Machete'nin. Galiba Robert Rodriguez'in yönettiği Death Proof'dan hemen öncesine koymuşlardı. Fragman çok beğenilince filmi de arkadan geldi.

Machete'yi sinemada izlemedim. DVD'sini de almadım. Torrent olarak indirdim. Görüntü neredeyse dvd kalitesindeydi. Ama küçük ekranlı bir bilgisayarda izleyince görsellikten bir şeyler de kaybetmiş olabilirim.

Filmi izlemeye başlarken kadro hakkında hiç bir fikrim yoktu. Robert Rodriguez'in vazgeçemediği oyuncularından Danny Trejo vardı, onu biliyordum, ama diğerlerini görünce keyfim acaip yerine geldi. Steven Seagal, Robert De Niro ve Don Johnson efsane oyuncular kategorisinden girmişler. Lost'taki latin hatun da filmde Danny Trejo ile başrolde. Lindsay Lohan da oyuncu kadrosuna dahil.

Rodriguez önceki filmlerde olduğu gibi iyi bir B filmi çekmeye çalışmış. Bol kan, ölüm, çıplak hatunlar, Texas'lı kötü adamlar, intikam.... Büyük oranda başarılı gözüküyor. Planet Terror'le aynı çizgide bu anlamda. Bir farkla.. Senaryo daha kapsamlı, göçmenler gibi sosyal bir sorun üzerine kurulu. Rodriguez'in hiç tarzı değil ama kan revan ortasında bir mesaj kaygısı da var sanki filmin. Oysa Planet Terror, saçmasapan ve olmayan senaryosuyla daha başarılıydı.

Sonuç olarak Machete, Kill Bill, Planet Terror, Death Proof gibi sürekli B sınıfı olduğunu hatırlatan ve eğlenceye sevk eden bir yapım değil. Gerçek bir B filmi gibi zaman zaman sıkan bir film oluyor.

Robert De Niro, Texas'lı senatör rolünde çok iyi, Steven Seagal tombik olmuş ama Kill Bill'deki David Carradine'ı anımsatan bir performansı var. Yan rollerin kötü adamı Danny Trejo ise ilk başrolünde iyi bir sınav veriyor. Ama yine kötü adam olsaydı da başrolde Desperado'daki Antonio Banderas oynasaydı diye düşünmeden edemiyor insan.

Bir de filmin müzikleri konusu var. Robert Rodriguez'in kendi grubu Chingon imzalı müzikler. Kill Bill VOL 2'de Malaguena Salarosa'yı yapmışlardı. Ama bu filmde aynı oranda başarılı bir parça yok.

İlgisi yok ama Chingon'un yaptığı tarz Latin rock sevenler için Tribe of Gypsies diye bir grup var. Öneririm..

12 Ocak 2011 Çarşamba

THE BOY IN THE STRIPPED PYJAMAS

ABD yapımı bir film, Nazi Almanyası'nda geçiyor hikaye.. Babası Nazi subayı olan bir çocuğun etrafında olan biteni anlama çabası üzerine kurulu.

Kahramanımızın adı Bruno. 8 yaşında. Asker olan babasını çok seviyor. Onunla gurur duyuyor. Babası transfer oluyor ve kamp gibi bir yere geliyorlar. Babasının yakınlarındaki kampta yahudileri gaz odalarına atttığından haberi yok. Arkadaşı yok. Evde hizmetçi olarak göre yapan hizmetçilerin garip, ürkek tavırlarına ise anlam veremiyor. Evden kaçtığı bir gün kampın yakınlarına kadar gidiyor ve telleriin arkasındaki kir pas içinde çizgili pijamalı çocukla tanışıyor. Aralarındaki sohbet üzerinden gerçekleri yavaş yavaş anlıyor. Savaş gerçeği ise filmin çarpıcı sonunda aklına kazınıyor.

2. Dünya Savaşı üzerine pek çok filme göre daha ucuz, daha özensiz ama etkili hikayesi nedeniyle de daha çarpıcı bir film. 2008 yapımı hem de. Filmin tek eksiği, belki de başyapıt olmasını engelleyen önemli etken bütün karakterlerin ingilizce konuşması.  Acımasız nazi subayı rolündeki abimiz de kendini fazla kasmış. Olayların acımasızlığına bir yahudinin değil de bir nazi subayının çocuğunun gözünden bakmak fikri filmi kurtarıyor. Sonu ise sağlam çarpıyor.

10 Ocak 2011 Pazartesi

THE SOCIAL NETWORK

Bütün filmlerini izledim David Fincher'ın. Galiba Zodiac'ı yarım bıraktım ki, bence filmografinin en vasatıydı. Herkes Seven'ı sever en çok. Bnejamin Button da çok tuttu. Fight Club da iyiydi. Ama çok tutmayan The Game de çok başarılıydı. Vasat, öylesine yapılmış bir filmi yok Fincher'ın. Bu noktada Tarantino ve Bryan Singer ile aynı kategoride yer alabilir.

The Social Network ile başka bir kategoriye geçiş yapıyor sanki David abimiz. Gerilim yok, şaşırtmaca yok, sürpriz son yok. Facebook'un kuruluş hikayesini ve Mark Zuckenberg'in hayatını anlatıyor film. Bir anlamda belgesel bir yapım. Yakın tarihli bir başarı hikayesini beyazperdeye taşıyor.

Oscar adayları arasında öne çıkan yapımlardan biri The Social Network. İyi bir belgesel, iyi bir drama film. Görsellik de bir David Fincher filminden beklendiği gibi. Oyuncular da iyi. Ama oscarlarda zayıf kalır. Çünkü dünyanın en popüler sitesini anlatıyor. Ama facebook'u kullanmayan hatta bilgisayar bilmeyenlere hiç bir şey ifade etmiyor. Dar kapsamlı, özel ilgiye yönelik bir yapım. Belki teknik dallarda ödül toplayabilir. Ama diğer iddialı yapımlarda Inception gibi The Social Network'de de bir şeyler eksik kalıyor.

Fincher filmografisi açısından değerlendirildiğinde ise bir başyapıt değil belki ama vasatın üstünde, Panic Room'un yanında durabilecek, sırıtmayacak bir yapım.

9 Ocak 2011 Pazar

SAMİ SELÇUK NASIL BİR ADAM?

Zor adam.. Kompleksli... Yıllardan beri yargı bağımsızlığı ile ilgili söyledikleri nedeniyle değil..

Cuma günü TBMM mesaisindeydim. Grup toplantısı, genel kurul, komisyon.. Hiç bir şey yoktu. Belki bir kaç milletvekili gelir diye bekliyordum. Telefonum çaldı. Arayan haber müdürümdü. Selahattin Bostan. Kendi yakınlarının deyişiyle Selo, bizim ifade şeklimizle Selahattin Abi. "Anıl, canlı yayın aracınla Sami Selçuk'un evine geçiyorsun" dedi. Yargıtay ve hükümet arasında karşılıklı açıklamalar vardı. Yorum alacaktık.

Yargıtay Onursal Başkanı olan Sami Selçuk'u aradım, evinin adresini aldım. Çokı sıcak bir ses tonu olduğunu söyleyemeyeceğim. "Geçen gün başka arkadaşlar da geldi, yayın yaptılar, sonra akrabalarım aradı" dedi.. "İlk defa çıkmıyorsun ki televizyona, ne bu heyecan" demedim, zaten Sami Bey'in derdi başkaymış. "Hasta gibi görmüşler beni.. Makyaj yapmadıkları için.." dedi. Bir kaç saniye tepki vermedim. "Makyaj malzememiz yok ama" dedim. "O zaman çıkmam" dedi Yargıtay Onursal Başkanı da..

Araçta makyaj malzemesi yoktu. Büroya uğradık. Selahattin Abi, malzemeyi al öyle git, dedi. Ama, bürodaki kadrolu makyajcıyı almamı söylemedi. Benim de aklıma gelmedi. Sabah Çankaya Köşkü'nden, öğle saatlerinde ise TBMM'den yayın yapmış bir muhabir olarak pudra, bez ve önlük aldım ve Selçuk'un evine gittim.

Sami Selçuk asabi bir tavra sahipti. Hemen makyaj malzemesini sordu. "Hazır efendim" dedim. Hazırdı. Ben de yeni görevime hazırdım. Beyefendiyi koltuğuna oturttum,kendisi gazetesini okurken önlüğünü serdim ve biraz pudra sürdüm. Hiç bir fark olmamıştı aslında. Ama o memnundu. Kalktı aynaya baktı ve tatmin olmuş bir ifadeyle kamera karşısındaki yerine oturdu. Yayın başladıktan sonra da benim yani makyajcısının sorularını yanıtladı.

Mesleğime yeni bir ufuk kazandırmıştım, mutluydum. Kendisiyle bir daha hiç bir görevde karşılaşmamayı dileyerek, sahte bir gülümsemeyle olay yerinde ayrıldım.

CHP'NİN ADANA-HATAY GEZİSİ

Önce şu soruyla konuya girmek gerek: Bu kadar kötü seçim şarkısıyla ne ölçüde başarılı olunur? "Kılıçlar çekildi, bu bir düello" falan.. Şimdi de araya "Sarı saçlım mavi gözlüm" falan atmışlar.. Adana Hatay arasında otobüs bangır bangır bu zevksiz parçaları çaldı.

Neyse, biz de otobüsteydik. İzlediğim beşinci ya da altıncı Kılıçdaroğlu gezisi oldu. Aklımda kalanlardan notlar:

Hakkı Suha Okay'ın yerini Gürsel Tekin'e devretmesi ile organizasyonlar normale dönmüş sanki. Bütün programa dakikası dakikasına uyuldu. Planlanan saatlerin dışına çıkılmadı. Bunun bir nedeni dönüş uçağına yetişme çabasıydı belki de..

Gürsel Tekin, ikinci adamlığa alışmış. Kılıçdaroğlu bizimle sohbet ettikten hemen sonra yanımıza geldi, farklı bilgiler verdi. İstanbul'da CHP'nin birinci parti olacağını söylüyor. Peki ya 81 ilde, diye sordum. "Size yönelik beklenti büyük" dedim. O konuda çok iddialı değil. Ama çalışmayanları ayıklayacağı iddiasında. Zamanın darlığından da şikayetci.

Kılıçdaroğlu "Benim adım Kemal. Ben para bulurum" söylemini slogan haline getiriyor sanki. Çok başarılı bir tarz değil. Ama iki kere kullanması dikkat çekti. Güncel tartışmalara meydanlarda değil, gazetecilerin yanında giriyor.

Hem Adana hem de Hatay'da yoğun ilgi var. Partililer başkana yakın olmak için gazetecilere ayrılan otobüsü, diğer toplantı salonlarını işgal ediyor. Hangisi gerçek CHP'li hangisi değil, bilinmiyor.

Hatay'da STK'larla bir araya geldi Kemal Bey. Yaklaşık bir saat soru aldı. Cevaplaması ise yarım saat sürdü. Yetersiz kaldı. Gitmek zorundayım, dedi, biraz ayıp etti.

BEKİR COŞKUN'UN KİTABI

"Başın Öne Eğilmesin" adı.. Ne kadar iddialı.. Ama iddiası romantizmden öteye geçemiyor. Kalemine diyecek yok. İyi yazar. Ama bir gazeteciden kitabın içini daha fazla doldurmasını beklerim.

Önce Hürriyet'ten ayrıldı, sonra Haberturk'den kovuldu. Bu süreç içinde yaşadıklarını yazmış Bekir Coşkun. Bir kısmına tanık oldum, bir kısmını da medyadan takip ettim. Emin Çölaşan'ın kitaplar da zaten aynı dönemi anlatmıştı. İnsan bilinmeyeni bekliyor böyle bir kitap alınca eline. Sanırım insani bazı ilkelerden ötürü çok şeyi yazmadı. Ama geriye de romantik cümleler dışında okuyacak bir şey kalmadı. Aydın Doğan'ın üstü çizilecek gazetelecilerden söz ettiği bölüm kitabın tek farklı bilgisi. O da tahmin ediliyordu.

Bazı karakterler hakkındaki düşüncelerini net yazmasını da beklerdim. Fatih Altaylı AKP ilk iktidara geldiğinde çizgisini değiştirmişti. Çok tepki almıştı. Coşkun'un da isim vermeden dönek diye yazdığını hatırlıyorum. Ya da türbanlı yazar Nihal Bengisu Karaca hakkındaki görüşleri...

İddia yok, bilgi yok, sadece romantizm var. İhtiyaç duyulan çok daha sert ifadelerdi belki de..

Ejderha Dövmeli Kız

Bazen bazı kitaplar bir anda popüler oluyor ve isimleri nedensizce yükseliyor. Alacakaranlık serisi örneğin.. Hayatında korku edebiyatıyla haşır neşir olmayan genç nesillerimiz bu kötü seriyi baştacı yaptı. Dan Brown'ı en sevdiği yazarlar arasında sayanları da gördük. Forsythe okumayan, bilmeyen insanlar Dan Brown'a bayıldılar.

Son aylarda herkesin takip ettiği Ejderha Dövmeli Kız'ı okumadım. Aynı kategoriye girer mi bilmiyorum. Ama İsveç yapımı filmini izledim. Öykü anlamında bir değerlendirme yapabilirim sanırım...

Karakter sayısı iyi. Birbirleriyle bağlantıları da güzel kurulmuş. Ama o kurguya şaşırtıcı bir son gerekiyordu. Şüphelinin aileden biri olduğu daha hikayenin başında açıklanıyor. İşin içine naziler girince derin bir komplo gelecek sanıyorsunuz ama avucunuzu yalıyorsunuz. Tarihi gerçeklere biraz bağlasalar veya geniş bir komplo söz konusu olsa çok daha etkileyici olacak..

Ayrıca, bu gibi filmlerde en klasik kural, en beklenmedik kişinin suçlu çıkmasıdır. Beklenmedik kişi de seyircinin gözünün içine sokulur ki, şaşkınlık artsın. Ama çok da şaşırmıyoruz.

Belki roman çok daha etkileyici ama filme yansıyan öykü beni alıp götürmedi. ABD versionunu Fincher çekecekmiş. Kendisine başarılar diliyorum ama hem öyküyü bildiğim için hem de Fincher'ın nasıl iş çıkartacağını tahmin ettiğim için çok da umutlu değilim.

Oliver Stone'dan Borsa'ya Dönüş

Oliver Stone artık ne yapacağını bilemiyor sanırım. Farklı sularda yüzmek istiyor. Bazen MTV estetiğini deniyor, bazen belgeselci oluyor, bazen de nostalji yapıyor. Ama anlaşılan yapacak çok bir şeyi kalmadı.

25 yıl önce yaptığı Wall Street'in devamını çekti Oliver abi. Michael Douglas'ı da başrole koymuş. Ama filmin başrol oyuncusu şu Transformers'daki çocuk, hani Indiana Jones'un oğlunu da oynayan. Douglas yardımcı rol üstlenmiş bir anlamda... Film, üç ayrı hikayenin arka arkaya bağlanmasından ibaret. Borsa detayları doyurucu belki ama bütünlük yok. Sanki cepten yemiş Oliver.. Zaten 2010'un flaş filmlerinden de değil. Çok daha popüler olması gerekirken geri planda kaldı.