23 Temmuz 2011 Cumartesi

BEST ENGLISH ACTS

Roger Waters, Brian May, The Rolling Stones, Eric Clapton, Mark Knopfler da geldi İstanbul'a.. Gitmedim, gidemedim. Ama açıkcası Roger Waters ve Brian May dışındakiler bende "tühh be keşke gitseydim" hissi uyandırmadı. Dire Straits olmayan bir Mark Knopfler, blues'a sarmış bir Eric Clapton bana çok çekici gelmedi. Ama dvd'sini izledim ve Roger Waters'ı görmemiş olmanın tam bir kayıp olduğunu düşünüyorum.

Ama İstanbul'da izlediğim grupları hatırlayınca içim bir hoş oluyor. İngiltere'nin en büyük rock gruplarını izlemişiz resmen. Bazı gruplar yarım yamalak bazıları ise tam kadro gelmiş. Sağlam da para döktüm herhalde İstanbul'a gidip gelirken. Uykusuzluk, mesai-ders problemleri de yanında tabii..

İşte İstanbul'daki sahne performanslarına göre İngiliz rock grupları listem:

1) LED ZEPPELIN (PAGE/PLANT)
 Yıllardır kafamı vererek Led Zeppelin dinlemiyorum. Konserin gerçekleştiği 98'de de dinlemeyi bırakmıştım işin ilginç yanı. Ama bence Page ve Robert Plant'in konserinde büyülü bir yan vardı. Belki de bana öyle geldi.
Physical Graffiti'den Wanton Song isimli çok bilinmeyen ama sert bir parçayla girdiler Bostancı Gösteri Merkezi'ndeki konsere. Sonra arka arkaya klasikler geldi. Black Dog, Rock'n Roll, Gallows Pole falan.. Adı hep The Beatles'dan sonra anılan bir grubu klasik parçaları söylerken dinlemek muhteşemdi. Hele Robert Plant sislerin arasından gelip eskilerde oldugu gibi sahne önünde dans edince daha da güzel oldu her şey.

Page ve Plant'in İstanbul'daki ikinci konseriydi. İzmir'den 10 saat otobüs yolculuğu yapıp gitmiştim 98'de. Öğrenci harçlığı falan.. Bir daha olsa yine giderim.

2) JUDAS PRIEST
2008'de İstanbul'da verdikleri konser pek ses getirmemişti. Moskova konserleri de sıkıcıymış diye duymuştum. Yine de 2011 temmuzunda bir pazar günü otobüse atlayıp İstanbul'a gittim. Karşıma çıkan hayatımdaki en iyi metal konserlerinden biriydi. 60 yaşındaki Rob Halford evet hantaldı, ama sahnenin her tarafını gezdi, seyirciyle sürekli dialog kurdu. Sesi bir kere bozulmadı, detone olmadı. Yeni gitarist Richie Faulkner kendini ikinci saniyede sevdirdi, frontman gibi davrandı sürekli. Performans muhteşem, ışıklar ve ateşler gaz verici düzeydeydi. Rapid Fire ile girdiler, Metal Gods geldi.. sonrası bende yok. Belki biraz boyun ağrısı hala...
(Konser sonrasında Ali'nin gözleri parlayarak "abi en son MFO konserinde böyle eğlenmiştim" cümlesini ise hala kafamda tartıyorum)

3) WHITESNAKE

Sevmezdim eskiden. Sonra eskilerini dinlemeye başladım ve adamın sesine hasta oldum. Üç kere geldiler. Üçünü de izledim. Diğer ikisi çeşitli nedenlerle vasatın üstünde olmayan konserlerdi. Ama 2006 Park Orman konseri tüylerimi diken diken etti. Neden mi? Çünkü sahneye Burn ile girdiler, Stormbringer ile devam ettiler sonra tekrar Burn'e geçtiler.. o ilk 8- 9 dakika bana yetti. Coverdale'li Blackmore'lu Deep Purple olsa o kadar azdıramazdı kitleyi. İki muhteşem gitarist, Tommy Aldridge gibi efsanevi bir baterist.. Sonradan gelen Whitesnake klasikleri geceyi aldı götürdü zaten. kapanıştaki Soldier of Fortune da olabilecek en iyi finaldi.

4) IRON MAIDEN
Listede 4 numara ama evde her zaman AC/DC ile beraber 1 numara. İstanbul'da üç konser verdiler. 98'deki iki konser arka arkaya iki geceydi. İkisinde de oradaydım. Bruce ve Adrian yoktu ama diğerlerini görmek bile yeterliydi.

2011 konserinin günü ise heyecan zirve yaptı. Konserde de çok eğlendim.. Ama bir şeyler eksikti. Mekanın kötü olması grubun suçu değildi. Ama konserin girişi kesinlikle tarihin en kötüsüydü. Hele hele 98'de Futureal ile girdiklerini hatırlayınca kabustu. Hep son dönemden çaldılar. Klasiklere az yer verdiler. Bruce biraz soğuktu sanki.. Ama yine de muhteşem çaldılar, Eddie kocamandı, çok güzeldi. Ve tabii ki Bruce "Scream for me Turkey" diye bağırdığında tüm gücümle bağırmak harikaydı. Ayrca şunu anladım Iron Maiden konserinde, insan sevdiği arkadaşlarıyla beraber, sevdiği bir grubu alkol eşliğinde izlerse sonuç dört dörtlük oluyor.

5) DIO 
 O anki duygularımı tek cümleyle özetleyebilirim. Ronnie James Dio'yu görmek tanrıyı görmek gibiydi.

6) DEEP PURPLE Yıllar önce Blackmore ve Lord'un yer almadığı bir Deep Purple konserine gideceğimi söylesler gülerdim. Ama zaman ilginç sonuçlar da doğuruyor. Steve Morse zaten yıllardır gruptaydı. John Lord'un yerine giren Don Airey ise Whitesnake, Rainbow ve Gary Moore tecrübeleri nedeniyle en iyi tercihti. Dahası aynı kadroyla yaptıkları Bananas albümü bence Perfect Strangers'dan beri çıkan en iyi Deep Purple albümüydü, Contact Lost, Bananas ve I'v Got Your Number gibi çok güzel şarkılar içeriyordu. Zaten I've Got Your Number ile girdiler 2006 Park Orman konserine ve parçayı bilmeyen kitleyi bile hemen harekete geçirdiler. Çok iyi bir setlistle yüzde yüz tatmin sağladılar ve beni İzmir'deki tatilime uğurladılar. Bu arada kimse Blacmore ve Lord için bağırmadı çünkü sahnedeki adamların hepsi birbirinden iyiydi.  

7) FISH 
1997'de Ankara'da küçük bir kitleye verildi benim izlediğim konser. Final sınavına girmemiş ve İzmir'den otobüse atlayıp gelmiştim. Steve Hogarth'lı Marillion'a her zaman tercih ederim Fish'i. Sesi yine inanılmazdı. Hem kendisinin hem de Marillion'ın bütün klasiklerini çaldı. Pardon, bir eksik vardı, Kayleigh.. Onun yerine Lavender geldi ama finalde. Bir de bir ara seyircilerin arasında daldı ve önüne gelenle kolkola dans etti. Ben de girdim koluna. Fish için iki saniye olan bir olay benim hala aklımda. Vayy be.. Misplaced Childhood'u yapan adamla kol kola dans ettim ben.

8) JETHRO TULL
Üç kere izledim. İki kere de bilerek gitmedim. İlk izlediğimde yıl 91'di. Agabeyimle gitmiştim. İlk rock konserimdi. Yer TRT Arı Stüdyosuydu. Jump Start çaldılar. Hatta konserdeki Too Old to Rock'n Roll kaydını bir sonraki yıl A Little Light Music isimli konser albümünde kullandılar.

İkinci izlemem 2004'de Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda oldu. Budapest çaldılar. Büyülendim. Ayakata alkışladım. Aradan 13 yıl geçmişti. kadroda Ian Anderson dışında Martin Barre sabitti. Yine çok iyiydiler. Çok geriden konser izlememe kararı aldım.

Üçüncü sefer ise 2006'daydı. Tam bir Jethro Tull konseri değildi aslında. Ian Anderson Bilkent Gençlik Orkestrası'yla klasik Jethro Tull parçalarını çalıyordu. Genç bir gitarist vardı yanında. Sanırım Martin Barre'den daha ucuzdu. Konserin ilk yarısı acaip bayıktı. Şefika Kutluer isimli bir flüt santçısı da eşlik etti kendisine. Göt gibiydi o anlar. İkinci yarıda klasikler geldi. Yine Budapest çaldı. Yine ayakta alkışladım. Gecenin sürprizi ise Kashmir oldu.

Annemi de götürdüm o konsere. Çok doğru yapmışım. Bir hafta boyunda herkese o geceyi anlattı durdu.


9) DEF LEPPARD
Bir Def Leppard fanı değilim ama nedense bütün albümleri var bende. High'n Dry, Pyromania, Hysteria, Adrenalize, Retroactive, Euphoria bünyeme hep iyi gelen albümler oldu. Ama hayır, fan değilim. Adamlar çok iyi değiller. Ama iyi parçaları var ve düzenlemeleri var. Ayrıca 2008'de Whitesnake ile çıktıkları turne karımı iyi bir rock konseriyle tanıştırmak için bulunmz fırsattı.

Çok iyi bir konser değildi. Fazlasını da beklemiyordum. Yine de parçaları arka arkaya dinlemek resmen keyif verdi. Joe Elliot'ın tombalak haline ve detone sesine rağmen. Diğer elemanların acaip fit durmasını da takdir ettim. Joe hariç diğerleri imaj olarak sahneyi iyi doldurdu. Bazı parçalara sadece kendim eşlik ederek seyircinin öküzlüğünü engellemeye çalıştım. Yanımda sevgilim, önce Coverdale sonra Def Leppard. Düşününce güzel geceymiş aslında.

10)ELTON JOHN 
Düşününce tuhaf geliyor Elton John izlemiş olmak. Çünkü İstanbul'da ya da konser seçeneklerinin çok olduğu başka şehirlerde yaşıyor olsam çok ciddiye almazdım herahalde kendisini. Ama Ankara gibi boktan bir şehirde yaşayınca her etkinlik anlamlı oluyor. Hele sahnedeki Elton John ve grubu olunca.

Ankaralı seyircinin beklediğimden de yoğun katılım sağladığı bir konser oldu. 7000 civarıydı galiba gelenlerin sayısı. Konser başlangıç saatini kaçırmış olmaları dışında benden geçer puan aldılar. Alkış, coşku, parçalara katılım falan...

Elton abinin grubu aslında ta yıllardır izlemek istediğim türdendi. 1. sınıf, blues kökenli adamlardan oluşan high class bir oluşum. Hani şu Joe Cocker ve Tina Turner gibilere eşlik eden türden. Baterist ve gitarist 1969'dan beri Elton John ile berabermiş.

Parçaların çoğunu bilmiyordum. Ama geyik olmuş Word in Spanish, The One, Nikita gibi parçaları çalmaması yerindeydi. Ne yazık ki Sacrifice'ı çaldı. Sorry Seems to be the Hardest Word, Love Lies Bleeding falan gibi bildiğim parçalarda çok eğlendim. Your Song her türlü muhteşem bence.

11) URIAH HEEP
İsmi benim için hep Deep Purple ve Led Zeppelin'le yan yana anılan bir grup Uriah Heep. Ama bir türlü çok kanım ısınmadı. 2004'deki Park Orman konserine katılım çok yüksek değildi. Ama ben şaşırtıcı bir şekilde parçaların çoğunu bildiğimi fark ettim, dahası hopladım zıpladım kalabalıkla beraber. Meğer adamlar sahnede çok iyiymiş. Vokalistin 70'lerdeki herif olmaması kötüydü tabi.. Gerçi benim izlediğim adam da 20 yıldan fazla zamandır gruptaydı sanırım. Ama yine de July Morning çalarken asıl adamın sesini aradım.




12 WISHBONE ASH  Hala Wishbone Ash hakkında adam gibi bilgim yok. Tabii ki konser günü de aynı durumdaydım. Saklıkent'te bir kaç yüz kişiden oluşan minik bir kalabalık vardı. Adamlar bazen Maiden'ı bazen de ilk dönem Whitesnake'i andırdılar bana. Bazen blues bazen metal.. Zaten Steve Harris'in favorilerinden olduklarını biliyordum. Hiç bir parçayı bilmediğim dolayısıyla hepsini biliyormuş gibi rahat hissettiğim bir konser oldu benim için. İyilermiş. Ölmedilerse öneririm denk gelenlere.

***********

İngilizlerden izlediklerim bu kadar. Daha farklı ne olur bu satten sonra bilmiyorum. belki bir araya gelmiş bir Dire Straits ya da Marillion. Pink Floyd da hoş olur tabii. Ama asıl olay okyanusun ötesinde dönüyor. Metallica, Megadeth, Manowar ve Sebastian Bach'ı ikişer kez gördüm Amerikalı gruplardan.. LA Guns, White Lion gibi gereksiz olaylara denk geldim. Ama Lynyrd Skynyrd, Tesla, Van Halen, Kiss, Skid Row, Motley Crue görmeden Amerika listesi olmaz. Bütün bu grupları izleyen bir başkasını da tanıyorum aslında.

Bu noktada asıl kafamı kurcalayan soru şu: Yaş ortalaması 55 üstü olan bu gruplar elini ayağını piyasadan çekince, elemanlar ölünce biz ne yapacağız? Gelecek galiba karanlık abicim..

21 Temmuz 2011 Perşembe

BEST GERMAN GANGS

Eskiden tek bir konsere gitmek bile hayal gibi gelirdi. Geçti ama o günler. Sevdiğimiz, dinlediğimiz pek çok ismi sahnede gördük. Hatta bazılarını bir kaç kere izledik. "Iron Maiden gelse keşke" yerine "şöyle sıkı bir Iron Maiden konseri olsa da gitsek" deme noktasına geldik. İlginç olan bütün bu marjinal gibi gözüken gruplar, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en muhafazakar iktidarı döneminde geldi.

Gelmeyen, gelme olasılığı olmayan bir sürü grup var. Çünkü Türkiye'de sadece en popüler gruplar biliniyor. Toprak eşelenmiyor, "başka ne var acaba" sorusu sorulmuyor. ABD'nin en büyük grupları Journey, Van Halen, Kiss'in gelme olaslığı bence yok. Van Halen veya Kiss'i bilen insalar var ama Journey gibi harika bir grubu ne yazık ki çok az insan tanıyor. Dünyanın en büyük rock'n roll grubu olan AC/DC gelse bile kaç kişi gider konsere, bilmiyorum.

Ama şunu fark ettim, tüm büyük Alman metal gruplarını gördüm. İngilizlerin de neredeyse en büyüklerini gördüm.

Yani, ukalaca listeler yapacak duruma geldim. İlk listem, sahne performanslarına göre Alman gruplar:

1) ACCEPT: Udo olmadan çıkardıkları albümle kesinlikle heavy metal tarihinin en başarılı geri dönüşünü yaptılar. 2010'da İnönü'de müzikleri hakkındaa pek fikir sahibi olmayan binlerce metalciyi coşturmayı başardılar. Hem de Manowar'dan sonra. Kusursuz çaldılar. Parça seçimleri de harikaydı.

2) GAMMA RAY: Helloween'in ön grubu olarak geldiler. Yaklaşık 1000 kişi vardı karşılarında. Yeni Melek'deki kötü ses siteminin yanısıra Accept ile aynı dezavataja sahiptiler. Çok tanınmıyorlardı. Ama iyi bir setlistle nasıl mucize yaratıldığını gösterdiler. Seyirciyi azdırdılar. Helloween'e kötülük yaptılar. Kai Hansen, Heavy Metal'in en sempatik frontmanleri arasında olduğunu gösterdi.

3) UDO: Accept'in orijinal vokalisti olan Udo, 2004'de geldi İstanbul'a. Accept'ten farkı olmayan bir grupla sahneye çıktı. Gitaristi de orijinal Accept bateristiydi. Klasik Accept parçalarını ve kendi şarkılarını karıştırıp hepimizi dağıttı. İkinci parça Livin for Tonite'dı. Balls to the Wall, Princess of the Dawn çalarak tüm gerçek metalcilerin çıldırttı.

4) SCORPIONS: Nihayet 2010'da izledim. Büyük bir fanı değilim. Ama karım "Scorpions'a gitmek istiyorum" dediğinde hiç itiraz etmedim. sonuç olarak kaç kişinin karısı metal konserine gitmek ister ki? Konser öncesi ailecek bütün klasik Scorpions albümlerini mideye indirdik. Almanların en büyük metal grubunun sahne performansı tabii ki muhteşemdi. İyi bir giriş yaptılar, eski yeni her şeyi çaldılar. Wind of Change'i de herkese söylettiler ne yazık ki.. Maçka Küçükçiftlikpark'ın tüm kötülüğüne ve seyircinin salaklığına rağmen çok iyiydi. No One Like You çalsaydı, her şey daha iyi olacaktı.

5) HELLOWEEN: Aslında başarısız bir performanstı. Ama adamlarla bir gönül bağım var ve yine de severek hatırlıyorum o anları. Yanlış bir setlistle başarılı müzisyenlikleri gölgelendi. Gamma Ray'in kısa ve enerjik parçalardan oluşan setlistinden sonra Halloween gibi anlamsız, uzun ve eski bir parçayla girdiler. Kaldı ki parça eski Helloween'e ait. Yeni dönem hitlerini es geçtiler. Oysa fanlar Kiske dönemi kadar Andi Deris'li albümleri de seviyor.

6) BLIND GUARDIAN: 90'larda yetişen türk metalcilerin favori grubu. 80'ler efsanelerinin yanına yaklaşamazlar ama iyiler ve heavy metal yapıyorlar. 2002'de Bostancı Gösteri Merkezi'nde verdikleri konser tıklım tıklımdı. Dİğer illerden gelenler de vardı. İmajları kötüydü. Ama sahne hakimiyeti çok iyiydi. Seyircilerin katılımı özellikle The Bard's Song'da harikaydı.

7) DORO: 2009'da Ankara'da sahneye çıktı. Pırıltılı günlerin çok uzakta, kendisini pek tanımayan bir kalabalığa çaldı. Ben tanıyordum ama yine de bilmediğim bir sürü parça vardı. All We Are'dan daha çok Breaking the Law'de katılım olması da ilginçti. Seyircinin yaş ortalaması düşüktü. Çok mutlu olduğum bir konser değil. Ama hanımefendiyle fotograf çektirmiş olmak bile büyük mutluluktu.

8) MICHAEL SCHENKER GROUP: Komik olan konserin reklamının "Anytime ve Nightmare gibi klasikleri yapan grup" şeklinde yapılması ama söz konusu dönemde hiç bir şey çalınmamasıydı. Saklıkentte bir kaç yüz kişiye verildi konser. Schenker dışındakilerin hepsi yeni çocuklardı. İyi çaldılar. Repertuardan sadece bir kaç parçayı biliyordum. Doctor Doctor ve Lights Out hatta sadece. Kötü olan unsur vokalistin bazı parçaları elindeki kağıttan okumasıydı.

Destruction ve Kreator gibi hayatta dinlemeyeceğim Alman gruplara da denk geldim. Ama umursadıklarımdan izlediklerim bunlar. Ama bu listeden daha sağlamı da var. İngilizler..

20 Haziran 2011 Pazartesi

SCREAM FOR ME ISTANBUL!

Yıllardan beri aklımda bir kitap projesi var. İzlediğim konserler hakkında hatırladıklarımı yazmak istiyorum. Şİmdi yazsam kimse takmaz. İleride matah bir adam olursam ilgi gösterirler belki.

Kitabın finalinin hep klasik kadrosuyla Iron Maiden olmasını hayal ettim. Nihayet o konser gerçekleşti. Ama hala kitap tamamlanmadı bence. Iron Maiden Wasted Years'ı çalmadı ve AC/DC olmadan öyle bir kitap eksik kalır.

Israrla son dönem albümlerinden çaldı Iron Maiden. Takdir edilecek bir durum. Ama bu kadroyla ilk defa geliyorsun. Wasted Years, Prowler, Where Eagles Dare ile büyümüş bir kitle Blood Brothers gibi zorlama bir parçayla tatmin olmuyor. Setlist yetersizdi.

Elemanların enerjisi ise inanılmazdı. 52 yaşında, koşarak şarkı söyleyen gördüğüm ilk insan Bruce Dickinson. Sürekli hareket halinde. Hiç yorulmuyor ve performansı hiç bozulmuyor.

Belki yakından pürüz görmek mümkün ama diğerleri de, özellikle Steve Harris zımba gibiydi.

Bruce asabiydi sanki. Runnig Free'nin içinde "spent the night in turkish jail" demesi dikkatimizden kaçmadı.

Wicker Man, Blood Brothers, The Final Frontiers gibi kötü nakaratlı parçaların çokluğu kötü oldu. El Dorado'nun girişi ise tüylerimi diken diken etti.

O yerde konser olmaz abi.

Bruce, bir daha geldiğimizde daha büyük bir yer istiyoruz, dedi. Demek ki gelecekler.

Konserlerde alkol almama yönündeki prensibimi bozdum. İyi ki de bozmuşum. Beklenmedik bir şekilde karşılaştığımız arkadaşlarımızla olay kendi aramızda bir partiye döndü.

Çok eğlendim. Judas Priest'i bekliyorum şimdi. Ama bu kadar iyi olmayacaklarını da biliyorum.

28 Mart 2011 Pazartesi

WHITESNAKE-FOREVERMORE

Eskiden Whitesnake hayranı değildim. 1987 albümü iyiydi tabii ama iki yıl sonrasında gelen Slip of the Tongue'a da ısınamamıştım.

David Coverdale'in Jimmy Page ile yaptığı albüm ve 96'daki Restless Heart ise bana göre vasat albümlerdi. Sonra bir gün elime eskilerden bir albüm geçti. Korsan cd olarak... Lovehunter.. Mick Moody ve Bernie Mardsen'in gitarist olduğu albüme tam anlamıyla hasta oldum. hard rock değildi. Tam bir rock'n roll abümüydü. Outlaw, You'n Me, Walking in the Shadow of the Blues'u tekrar tekrar dinledim.

Sonra grubun beyni David Coverdale'i tekrar ele aldım. Vokal yaptığı Deep Purple albümleri, Whitesnake'lerin hepsi elimden, ya da kulağımdan geçti. 2006 ve 2008'de İstanbul'da verdikleri iki konsere de gittim. 2006'daki muhteşemdi. Burn ile başlayan bir konserin kötü olmasına imkan yok zaten.

2001 yapımı Forevermore ise şu günlerde piyasada. Amazon'dan sipariş ettim, Classic Rock özel sayısı ve beraberinde dev posteri ile yolda.. Ama bu arada merakıma yenik düştüm ve albümü internetten indirdim.

Nefis, muhteşem gibi tanımlamalarda bulunmayacağım, çünkü değil. İyi bir albüm olduğu ise su götürmez bir gerçek. Ama 1987 albümünü bekleyenler hayal kırıklığına uğrayabilir. Çünkü Coverdale, Whitesnake'in her dönemindeki tarzları hatırlamak istemiş. Yani albümde hard rock da var blues da. Whitesnake'in ilk dönem albümlerini de çok seven biri olarak bu durumu biraz yadırgadım. Çünkü o albümlerdeki gitaristler Mick Moody ve Bernie Mardsen'in tarzları ile şimdiki gitaristler Reb Beach ve Doug Aldrich'inkiler çok farklı. Bence Aldrich ve Beach 87 tarzı parçalar yapmalı, ki bazı parçalarda, mesela Dogs in the Street'de hedefi 12'den vuruyorlar. Ama blues etkisinin yoğun olduğu parçalar bana eski albümlerdeki havayı vermiyor.

Coverdale'in sesi yine çok iyi. Belki Still of the Night'daki performansını yakalamakta zorlanabilir sahnede ama tonu yine de muhteşem.

Albümde bir de Whitesnake tarzının dşında kalan Forevermore isimli bir parça var ki bana daha çok Judgement Day'i hatırlattı. Uzun uzadıya hafif mistik havalı parçaları sevenler için olabilir, ben sıfır puan veriyorum.

Whitesnake 10 Temmuz'da üçüncü kez İstanbul'da olacak. Ben de yine orada olmayı planlıyorum. Judas Priest ile aynı sahnenin paylaşılacağı gün tahminen muhteşem olacak.

3 Şubat 2011 Perşembe

DİSK VE KESK TORBA YASA'YA KARŞI

Gaz sıktıkları zaman yaşanan his tam olarak şöyle: Gözlerin yanıyor, sonra her tarafın yanıyor, nefes alamıyorsun... Daha kötüsü yardım istemek için etrafına bakınıyorsun yaşlı gözlerle ama herkes aynı durumda. Korku filmi gibi de diyebiliriz. Bir de gözümden yaşlar geldiği bir anda ve peşimden polisler geliyorken bir kırtasiyenin içinde bir grup gazeteci gördüm. Kapıyı kapatmış dışarıyı izliyorlardı camdan. Kapı kilitliydi. Onlar da açamadılar. Bir an sinematografik bir görüntü oluştu. Kapının önünde soluduğum gazdan dolayı mutasyona uğrayacaktım, arkadaşlarım da camın arkasından kendilerini kurtarmış olmanın rahatlığıyla beni izleyecekti. Olmadı, dükkan sahibi kapının kilidini açtı.

Son yıllarda ilk defa böyle kalabalık bir eylem gördüm. Ankara'daki ilk cumhuriyet mitingi hala zirvede duruyor benim açımdan. Ama konfederasyonların düzenledikleri bakımından bu çok farklıydı. Katılım inanılmazdı. Bir ara ucu gözükmüyordu kortejin. Ama biraz polis korkusu, biraz da soğuğun etkisi kalabalığın azalmasına neden oldu.

Sloganlar hükümet aleyhindeydi tabii. CHP'li milletvekilleri gelmişti ama bir siyasi parti yürüyüşü de değildi yaşanan. Tamamen sol sendikaların örgütlenmesiyle oluşan bir yürüyüştü. CHP'li Çetn Soysal ise yine bir gereksizlk abidesi olarak dikkat çekti.

Dikkatimi çeken noktalardan biri etraftaki esnafın tepkileriydi. Polislerin barikat kurduğu noktadaki pastane son sürat satışa devam etti gaz sıkılana kadar. Hatta gazın etkisini azaltmak için kullanılan limonun da oradan fahiş fiyata satıldığı konusunda şüphelerim var. Limon dedim de, hepimiz gibi gaz yiyen Haberturk muhabiri Alican Türkoğlu bir ara o kadar çok limon sıkmıştı ki yüzüne, limonata kıvamına gelmişti.

Bir de göstericiler ve gazeteciler ile beraber gazdan etkilenen esnaf örneği vardı. Kapısını kapatıp, kepengini indirmek varken dükkanın önünde kıpkırmızı gözlerle kusan eczane çalışanını anlamakta güçlük çektim.

TV8 muhabiri adını bilmediğim çocuğu bir ara fenalaşmış halde yerde gördüm.Yanına çömeldim. Ben de kötü durumdaydım. Sonra aklıma geldi, telefonum kargaşa başladığında Aylin'in elindeydi. O an için telefonum yoktu ve büroyla bağlantı kurmam gerekiyordu. Acaba TV8 muhabiri yarı baygınken alsa mıydım? Almadım. Serhat Dal'ı gördüm. Onun ikinci telefonuna kısa süreliğine el koydum.

Kolej Meydanı'nda eylemcilerin kurdukları barikatlar ise tüyler ürperticiyidi. O kadar mazlemeyi ne ara buldular, ne ara yolu kapattılar, anlayamadım. Attıkları taşlar ise polisin sıktığı gazdan daha tehlikeliydi. Dolayısıyla polisin arkasında durup taş yemek yerine eylemcilerin arasında yer alıp gaza matuz kalmayı tercih ettim.

Çıkan kısmın özeti: Bu ülkede eylemi DİSK veya KESK yapar. Türk İş hikayedir.

Şimdi de OSTİM'deki patlamaya dönüyoruz...

13 Ocak 2011 Perşembe

MACHETE

Rodriguez ve Tarantino'nun beraber yaptığı Grindhouse projesinde fragmanı vardı Machete'nin. Galiba Robert Rodriguez'in yönettiği Death Proof'dan hemen öncesine koymuşlardı. Fragman çok beğenilince filmi de arkadan geldi.

Machete'yi sinemada izlemedim. DVD'sini de almadım. Torrent olarak indirdim. Görüntü neredeyse dvd kalitesindeydi. Ama küçük ekranlı bir bilgisayarda izleyince görsellikten bir şeyler de kaybetmiş olabilirim.

Filmi izlemeye başlarken kadro hakkında hiç bir fikrim yoktu. Robert Rodriguez'in vazgeçemediği oyuncularından Danny Trejo vardı, onu biliyordum, ama diğerlerini görünce keyfim acaip yerine geldi. Steven Seagal, Robert De Niro ve Don Johnson efsane oyuncular kategorisinden girmişler. Lost'taki latin hatun da filmde Danny Trejo ile başrolde. Lindsay Lohan da oyuncu kadrosuna dahil.

Rodriguez önceki filmlerde olduğu gibi iyi bir B filmi çekmeye çalışmış. Bol kan, ölüm, çıplak hatunlar, Texas'lı kötü adamlar, intikam.... Büyük oranda başarılı gözüküyor. Planet Terror'le aynı çizgide bu anlamda. Bir farkla.. Senaryo daha kapsamlı, göçmenler gibi sosyal bir sorun üzerine kurulu. Rodriguez'in hiç tarzı değil ama kan revan ortasında bir mesaj kaygısı da var sanki filmin. Oysa Planet Terror, saçmasapan ve olmayan senaryosuyla daha başarılıydı.

Sonuç olarak Machete, Kill Bill, Planet Terror, Death Proof gibi sürekli B sınıfı olduğunu hatırlatan ve eğlenceye sevk eden bir yapım değil. Gerçek bir B filmi gibi zaman zaman sıkan bir film oluyor.

Robert De Niro, Texas'lı senatör rolünde çok iyi, Steven Seagal tombik olmuş ama Kill Bill'deki David Carradine'ı anımsatan bir performansı var. Yan rollerin kötü adamı Danny Trejo ise ilk başrolünde iyi bir sınav veriyor. Ama yine kötü adam olsaydı da başrolde Desperado'daki Antonio Banderas oynasaydı diye düşünmeden edemiyor insan.

Bir de filmin müzikleri konusu var. Robert Rodriguez'in kendi grubu Chingon imzalı müzikler. Kill Bill VOL 2'de Malaguena Salarosa'yı yapmışlardı. Ama bu filmde aynı oranda başarılı bir parça yok.

İlgisi yok ama Chingon'un yaptığı tarz Latin rock sevenler için Tribe of Gypsies diye bir grup var. Öneririm..

12 Ocak 2011 Çarşamba

THE BOY IN THE STRIPPED PYJAMAS

ABD yapımı bir film, Nazi Almanyası'nda geçiyor hikaye.. Babası Nazi subayı olan bir çocuğun etrafında olan biteni anlama çabası üzerine kurulu.

Kahramanımızın adı Bruno. 8 yaşında. Asker olan babasını çok seviyor. Onunla gurur duyuyor. Babası transfer oluyor ve kamp gibi bir yere geliyorlar. Babasının yakınlarındaki kampta yahudileri gaz odalarına atttığından haberi yok. Arkadaşı yok. Evde hizmetçi olarak göre yapan hizmetçilerin garip, ürkek tavırlarına ise anlam veremiyor. Evden kaçtığı bir gün kampın yakınlarına kadar gidiyor ve telleriin arkasındaki kir pas içinde çizgili pijamalı çocukla tanışıyor. Aralarındaki sohbet üzerinden gerçekleri yavaş yavaş anlıyor. Savaş gerçeği ise filmin çarpıcı sonunda aklına kazınıyor.

2. Dünya Savaşı üzerine pek çok filme göre daha ucuz, daha özensiz ama etkili hikayesi nedeniyle de daha çarpıcı bir film. 2008 yapımı hem de. Filmin tek eksiği, belki de başyapıt olmasını engelleyen önemli etken bütün karakterlerin ingilizce konuşması.  Acımasız nazi subayı rolündeki abimiz de kendini fazla kasmış. Olayların acımasızlığına bir yahudinin değil de bir nazi subayının çocuğunun gözünden bakmak fikri filmi kurtarıyor. Sonu ise sağlam çarpıyor.